Online Danışma
fw-1

BLOG

Tarafını şeç! Ya Disbiotik olacaksın ya da Eubiotik kalacaksın!

Tarafını şeç! Ya Disbiotik olacaksın ya da Eubiotik kalacaksın!

                İlk cümlem tıp öğrencilerine olsun. Değerli meslektaşım çok iyi bir hekim olmak istiyorsanız 1. sınıftan itibaren ayda en az bir kez bağırsak mikrobiyota üzerine bir şeyler okuyun. Göreceksiniz tıbbın geleceği bunun üzerine şekillenecek. İpin ucunu kaçırmayın her şeye baştan tanıklın edin. Bana öyle geliyor ki fizyo-patoloji dersi  kitapları yeni baştan yazılacak!

                Dönelim konumuza. Disbiosis, Eubiosis kavramından önce “Halobiyont” kavramını anlatmalıyız. Çok değil 1990’larda kimse bu kavramın ne anlama geldiğini bilmiyordu. Doğrusu ben de son 10 yıldır duyuyorum. Çok önemli bir kavram. Sevgili dostlar bize uzaktan bakılınca kabaca 1 baş, 2 kol ve 2 bacak gibi görünmekle birlikte görüntüyü birkaç milyon kez büyütürseniz saçlı derimizden ayak parmak aralarına kadar trilyonlarca mikro canlıya (konakçı) aynı zamanda ev sahipliği (konak) yapıyoruz. Yalnızca ayak parmak aralarında bize hiç zarar vermeyen muhtemelen de oranın sağlığı için 80 çeşit mantar yaşamaktadır. Bakınız bu sadece dışarıdan görünüşümüz. İçerde de bir dünya daha var. Ağız, burun, dış kulak, göz torbaları, solunum yolu, genital yol, yemek borusu ve muhtemel de en önemlisi katman katman tüm bağırsak sistemi trilyonlarca trilyonlarca mikroorganizma ile kaplı. Bu yalnızca insana özgü bir durum değil. Bitkilerde de durum aynı. Bir papatyadan tutun da dev bir ceviz ağacına kadar benzer bir yapılanma mevcut. Dahası aynı olay denizler, göller, akar sular ve hatta kuyu suyunda bile var. Okyanusta harika bir mercan resifi hayal edin. Aynı biyolojik kolektif yaşam orda da mevcut.

                Özet olarak vücudumuz tehlikeli olma potansiyeli de taşıyabilen başka mikroskobik türlerle yakından bağlantılıdır. Başka türler ise kişiyi sağlıklı tutmak ve mikrobiyomu dengelemek için gereklidir. Ev sahibi olarak insanlarla içerde ve dışarda birlikte onların vücutlarında yaşayan birçok mikroskobik tür vardır buna biyont deniyor. Global biyont sistemi de halobiyont olarak adlandırılmaktadır.

Halobiyontun üyeleri kendilerini organize ederler, değişen çevrelerine hızla uyum sağlarlar ve yaşanmaz bir niş içinde karmaşık bir ekosistem geliştirirler. İnsan halobiyontu, tekil bir işlevsel birim oluşturan çok çeşitli bir mikrobiyal türler topluluğudur. Gastrointestinal sistem, insan fizyolojisini, metabolizmasını, beslenmesini ve bağışıklık fonksiyonunu etkileyen 100 trilyonun üzerinde mikrobiyal hücreden oluşan karmaşık bir topluluğu barındırır. Biz özel olarak bağırsaktaki bu sisteme de bağırsak mikrobiyotası demekteyiz. Mikrobyiota bazen ‘metabolik organ’ olarak adlandırılan tekil bir fonksiyonel birim olarak kabul edilir. Araştırmalardan öğreniyoruz ki, insan bağırsağının, insan genomunda bulunanlardan 100 kat daha fazla gene sahip 1000’den fazla bakteri türüne konaklık yapıyoruz. Yani içimizde bizim sahip olduğumuzdan çok daha fazla başka genlere de ev sahipliği yapıyoruz. 

               Bağırsak mikrobiyotası, insan sağlığı üzerinde patolojik etkilerin yanı sıra faydalar da sağlayabilir. Mikrobiyotanın fizyolojik fonksiyonları arasında gıdaların metabolizması, sindirilemeyen gıdaların fermantasyonu, vitaminlerin sentezi ve patojenik bakterilere karşı epitel bariyeri ve barikat oluşturulması yer alır (1). Bu karmaşık dengenin konakçının lehine olması durumuna “Eubiosis” aleyhine olması durumuna da “Disbiosis” denilir.

               Sağlıklı mikrobiyota ve metabolitlerinin (atık ürünlerinin ve salgıların) bileşimindeki değişikliklere atıfta bulunan bir terim olan disbiyozun, gastrointestinal bozukluklar, kanserler, kardiyovasküler hastalıklar dahil olmak üzere enflamatuar ve metabolik hastalıkların yayılmasında önemli bir rol oynadığı öne sürülmüştür. Ayrıca ateroskleroz (damar sertliği), hipertansiyon, böbrek hastalığı, kalp hastalığı, obezite, tip 2 diabetes mellitus ve inflamatuar bağırsak hastalığı gibi hastalıklar disbiosi ile ilişkilidir.

                  Son on yıllarda mikrobiyota ve kardiyovasküler hastalık arasındaki ilişki önemli bir ilgi konusu haline geldi. Bir kardiyolog olarak konuyla ilgili özel olarak tuttuğum arşivim giderek kabarmaya başladı. Nature dergisinde yeni yayınlanan bir makalede (2) bağırsak geçirgenliği ile kalp krizleri arasında bir bağlantı olabileceğine dikkat çekiyor. Yapılan araştırmalara göre LDL-Kolesterolün ağırlığından ziyade oksitlenip oksitlenmemesi daha anlamlıdır. Buna göre oksitlenmiş LDL gerçek “kötü” LDL’dir. Bu oksitlenmiş "LDL türü" (LDL-oxy) zamanla yapısı çok küçülür ve bu sayede damar dışına çıkma eğilimi gösterir. Damar dışına çıkan LDL bulunduğu yerde iltihaba (enflamasyona) yol açar. Kronik enflamasyon da zamanla damar çapını daraltır ve böylece ateroskleroz (damar sertliği) oluşur. Aslında LDL vücudumuzun doğal bir bio-aktif molekülüdür. Amacı kötülük yapmak değildir! En önemli görevi 100 trilyon hücremizin her birine yaşamsal bir molekül olan “kolesterolü” taşımaktır. Yani bir çeşit kargo görev yapmaktadır. LDL ayrıca A, D, E, K vitamini ve bunların dışında Co-Enzim Q10 gibi çok önemli mitokondrial enerji düzenleyicileri de taşır. LDL bazı bakteri ve virüslerin hücre yüzeyine yapışıp fonksiyonlarını bozarak immün sisteme müthiş derecede katkı sağlar. Dev LDL molekülünün üzerinde LDL molekülünün hücrelerce tanınmasını sağlayan bir protein kodu vardır (Apo-B100). Bu kod hücreye girerken anahtar vazifesi  görür ve hücrenin ilgili resptörüne yapışır. Oksitlenmiş LDL molekülünü hücrelerimiz tanıyamaz ve molekül sistemde birikmeye başlar. Son zamanlarda oksitlenmiş LDL molekülüyle (asıl kötü LDL buna denir!) disbiosis arasında heyecan verici adeta ilişkiler yumağı saptandı (2). Bunu neden önemsiyorum biliyor musunuz? Bakınız kan LDL düzeyinin yüksekliği ile kalp krizi arasında bağlantı oldukça zayıf da ondan. California’dan gelen şu çalışma bizim fikrimizi değiştirmeye yeter de artar bile (3). California'da 504 hastaneye başvuran yaklaşık 137.000 kalp krizi hastasının verileri kardiyoloji dünyasını oldukça şaşkınlığa uğrattı. Buna göre kalp kriz geçiren hastaların %77’sinin kan LDL seviyeleri normal değerin (140 mg/dl) çok altında. Yüzde 50’sinin LDL’si 100’ün altında. Yüz 18'inde de LDL 70 mg/dl de altında. Yani kalp krizi hastalarının ezici bir çoğunluğunun LDL değeri fazlasyıla düşük bile. Bu bu bakımdan düşük LDL'nin kalp krizi açısından bir risk faktörü olduğu bile söylenebilir. Adı gecen çalışmada hastalarda disbiosis araştırılmamış olması çalışmanın yapıldığı tarih olan 2009 için gayet normal.

Bağırsak mikrobiyota sağlığımızın kalp krizi ile olan ilişkisini kısaca anlatmaya çalıştım. Elbette araştırmalar geldikçe fikirlerimizi biraz daha geliştireceğiz. Şimdilik bağırsak mikrobiyota sağlığımızın kalp sağlığı ile kuvvetli ilşkisinin olduğunu unutmayalım.

Disbiosis’in hipertansiyonla da ilişkisi kuvvetlidir. Sizi yormayalı bunu da başka bir yazıya bırakalım.

 

Kaynaklar

1. https://www.nature.com/articles/s41371-022-00698-6

2. https://www.nature.com/articles/s41569-022-00737-2

3. https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0002870308007175

 

27 Ekim 2023